30 Eylül 2013 Pazartesi

DOST KADEHİ

Hayat gülümsedi;
Bize içi sevgi yığılı dostluklar verdi.

Birini diğerinden, öbürünü ötekinden ayıramam.

Bir yurt; içinde bir oda ve o odanın içinde iki insan, iki dost, belki kardeş belki ötesi.. bir dost ve sonra bir dost daha ve derken bir diğeri ve biri daha..

Ömrümün en zor vaktinde sırayla çıktılar karşıma... İpek, Melis, Kübra, Dilara..

Melis, Kübra, Çiko, İpek, Dilara
İstanbul; büyük şehir. Sevmedi mi sittinsene sevdiremezsin kendini. Hele sorumlulukların korkuların varsa. Hayatını cennette de çevirebilir, cehenneme de.
Ama böyle sağlam dostların varsa, ne korku kalır insanda ne de sırtını yere getirebilirler.

Dört güzel insan:
Sizi tanıdığım için çok mutluyum, iyi ki varsınız, iyi ki hayatımdasınız.

Ne demiş Hayyam:

Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam?
Ben haramı helali karıştırmam:
Seninle içilen şarap helaldir,
Sensiz içilen su bile haram
                                 ÖMER HAYYAM

DOSTLUĞUMUZA....

29 Ocak 2013 Salı

İki Fincan Kahve

Ne zaman; hayatında bazı şeyler çekilmez hale gelirse,
Ne zaman; yirmi dört saat kısa gelmeye başlarsa,
O zaman; kavanoz ve iki fincan kahveyi hatırlayın…

İşte kavanoz ve iki fincan kahvenin hikayesi..

Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir. Ders başladığında; hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe kavanozunu alır. Sonrada kavanozu ağzına kadar tenis topları ile doldurur. Ardından öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar…

Bütün öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler.

Bunun üzerine; profesör önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını, kavanoza döker. Çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurmaya başlar. Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Öğrenciler yine hep birlikte; ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu defa da, masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Profesör yine aynı soruyu sorar. Öğrenciler de yine koro halinde ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu kez ise masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveyi alır. Başlar kahveyi kavanozun içine dökmeye. Bu kez de kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Bunun üzerine öğrenciler gülmeye başlar… Ardından profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar;

‘Bu kavanoz sizin hayatınızdır.

Tenis topları; Hayatınızdaki önemli şeylerdir. Yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi. Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter.

Çakıl taşları ise; Sizin için daha az önemli olan diğer şeylerdir. Yani işiniz, eviniz, arabanız gibi.

Kum ise; diğer ufak tefek şeylerdir. şayet kavanoza önce kum doldurursanız; Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi; ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz; Bu defa da önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin.

Çocuklarınızla oynayın.

Sağlığınıza dikkat edin.

Sevdiklerinizle yemeğe çıkın.

Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.

Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.

Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.

Gerisi hep kumdur…’

Bu arada bir öğrenci merakla şu soruyu sorar; ‘Hocam peki, o iki fincan kahve nedir?’ Profesör gülerek cevaplar; ‘Bu soruyu bekliyordum. Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun; Her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır…’

27 Ocak 2013 Pazar

Karman Çorman

Huysuzum, mutsuzum, ruhsuzum..
Bu günlerde ben buyum.. Çok yazasım var ama kelimelerim kayıp. Cümlelerim, dilimin ucunda, toplanıyorlar ve olur olmaz dökülüyorlar dudaklarımdan. İçimde tutamaz oldum, yazamaz oldum. 
Kışlar soğuk olmazdı bana, yazlar bahar tadındayı ama bazen üşüyorum. Ben düşmezdim. Bazen ayağım takılıyor, düşüyorum. Sonra kanayan dizlerime bakıyor, zehrimi akıtana kadar gülüyorum. Sonra birden dünyam değişiyor, sevgiye doyuyorum. Güneş açıyor ve başka şeylere dalıyorum. 
Çiçeklere, kuşlara, kelebeklere...

Bilirsin çok severim kelebekleri. Datça'mdaydım. Havuz başında sere serpe güneşlenmekte, güneşi iliklerime kadar hissetmekteydim. Sonra elime narın bir şey değdi. Korktum bir an. Elimi oynatmadan göz ucuyla baktım ona. O turuncudan çalan, kırımızıyı kendine hayran bırakan, güneşin oyun arkadaşı kelebeğe. Şaşırdım. Bir kelebek ki insan eline konmuş, korkusuz. Üzmedim onu, hiç kıpırdamadım. Konuştum onunla; belki bütün hayatımı özetlemişimdir o bir iki saniyede. Kaçmadı, korkmadı benden. Sonra bütün sıkıntılarımı alıp beni oyun arkadaşının sıcağına bırakıp gitti. Zaten o gün bu gündür bir kelebek taşırım boynumda.

Kıskanmak, nedir kıskanmak? İyi bir şey midir? Kıskanmasak keşke, öğrenebilsek kıskanmamayı. Ama yapamıyorum. Tek çocuğum ben, doğamda yok paylaşmak. Sevdiklerim benimdir, sadece benim. Peki ya güven? Onu da öğrenebilsek ya, kayıtsız şartsız güvensek ya. Ben yapamadım. Yediğim kazıklardan mıdır bilmem, annemden başka kimseye dönmem arkamı. Annemde hep bunu öğütler zaten. Bilirim onun da hep en yakınlarından ağzı yandı. Benimde. Hem atalarımız da dememişler mi sanki; 'Babana bile güvenme.' diye. Vardır bir bildikleri.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Annabel Lee


Annabel Lee

It was many and many a year ago,
In a kingdom by the sea,
That a maiden there lived whom you may know
By the name of ANNABEL LEE;
And this maiden she lived with no other thought
Than to love and be loved by me.

I was a child and she was a child,
In this kingdom by the sea;
But we loved with a love that was more than love-
I and my Annabel Lee;
With a love that the winged seraphs of heaven
Coveted her and me.

And this was the reason that, long ago,
In this kingdom by the sea,
A wind blew out of a cloud, chilling
My beautiful Annabel Lee;
So that her highborn kinsman came
And bore her away from me,
To shut her up in a sepulchre
In this kingdom by the sea.

The angels, not half so happy in heaven,
Went envying her and me-
Yes!- that was the reason (as all men know,
In this kingdom by the sea)
That the wind came out of the cloud by night,
Chilling and killing my Annabel Lee.

But our love it was stronger by far than the love
Of those who were older than we-
Of many far wiser than we-
And neither the angels in heaven above,
Nor the demons down under the sea,
Can ever dissever my soul from the soul
Of the beautiful Annabel Lee.

For the moon never beams without bringing me dreams
Of the beautiful Annabel Lee;
And the stars never rise but I feel the bright eyes
Of the beautiful Annabel Lee;
And so, all the night-tide, I lie down by the side
Of my darling- my darling- my life and my bride,
In the sepulchre there by the sea,
In her tomb by the sounding sea.

 Edgar Allan Poe

22 Ocak 2013 Salı

CADIM

Yıl 2004, ben 15 yaşındayım.
İzmirden bir haber aldım.
Benim de tanıdığım, daha önce sevdiğim ve hayran kaldığım bir Alman Kurduyla ilgili. Adı CADI, doğum yapmış ve 11 tane yavrusu olmuş.
Anneme babama yalvarıp yakardım. Bir yavru istiyordum. Sorumluluk gerektiriyordu biliyordum ve bir dostun sorumluluğunu alabilecek yaştaydım. Babam bu işe hiç sıcak bakmadı ama hayır da demedi. Annem de ben istiyorum diye en az benim kadar istekliydi bir yavru almamız için.
Annemi yalvar yakar, bin bir sözle ikna ettim ve annemle arabamıza atlayıp İzmir'in yolunu tuttuk.
Urla da o güzel bahçeli evde CADI'yı ilk gördüğümde çok etkilenmiştim. 
Gerçekten çok asıl ve çok dikkatliydi. Başta korkmuş olsam da onu sevmeyi başardım. Ve sonra onu daha rahat sevebilmek için kokuma alışsın diye onun altında yattığı koltuğun üstüne oturdum.
Ailesi dışında o ortamda bulunan kimseyi tanımıyordu, kalabalıktı ve huzursuz olmuştu, belliydi.
Onunla tanışmak beni değiştirmişti. Bende öyle bir köpeğe sahip olmak istiyordum ve bu isteğimi hiç unutmadım. Üstünden 2 yıl geçmişti ve onun doğum yaptığı haberini aldım.
Bize dişi yavru almamızı önerdiler ama yine de benden seçim yapmamı istediler.
Dişi bir yavru mu almalıyım yoksa erkek mi?
Bu kararı annem bana bıraktı.
Sorumlulukları daha çoktu biliyordum ama yine de dişi bir yavru istedim.
Çünkü CADI beni çok etkilemişti.
Bana verilen yavru, annesine en benzeyen yavruymuş.
O günden beri benim de bi CADI'm var.
Benim CADI'm
Evet adı CADI. Ona annesinin adını verdim.
İyi ki de vermişim, doğumdan 1 yıl sonra kaza geçirdi ve artık hayatta değil.
Benim en yakın arkadaşım, biz bir evin iki kızıydık.
Bunaldığımda kızımın yanına inerdim ve onu saatlerce severdim.
Ama artık yalnız değiliz.
Hiç sıkılmadık birbirimizden. Sadece benim değil aile bireylerimin de en yakın arkadaşı o.


Kızımın 6 yaşındayken bir eşi oldu, KONT.
Bavyera Alman Kurdu'dur kendisi.
 
Hamile
11 yavru
 
11 tane yavru büyütmek kolay değil elbette, CADIM çok iyi annelik yaptı.
Yavrulardan birini Bodrum'a, birini Adana'ya gönderdik, biri 3 çocuklu bir ailede, biri Sağlık Bakanlığının koruma köpeği....
İçimiz acıdı onlar giderken.

Ama bir yavru vardı ki onu hiç kimse beğenmedi.
En çelimsiz, en cılız, en tuhaf renklisi, ne annesine ne babasına benziyordu ve en fırlamaları da oydu.
ATEŞ
Ama öyle huyları vardi; yavruların azaldığını bi o anlardı ve arkalarından ağlardı,
onun kadar sevecen bir köpek görmedim ve onun kadar kıskancını da...

Biz artık bir evin 3 kızıyız :)








21 Ocak 2013 Pazartesi

Suyu Taşırmayan Gül Yaprağı

Uzakdoğu'da bir Budist tapınağı vardı. Burası bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. 

Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki Budist, kapıda duran yabancıya baktı. Sessiz bir selamlaşmadan sonra söz'süz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kapının ardından kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.

Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Yabancı tapınağın bahçesinde dolaştı ve kopardığı gül yaprağını kaptaki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.
Bu sevgiydi ve sevgiye her zaman yer bulunurdu.

20 Ocak 2013 Pazar

İSTANBUL

Ufak bir çocukken çok korkardım kalabalıktan, kaybolmaktan.
Annemin babamın elini sıkı sıkı tutardım ve benim elimi bıraktıklarında gözümü onlardan hiç ayırmazdım. 
VE
Hiç kaybolmadım.
İstanbul'a büyümüş olarak ilk geldiğimde de elini tutacak insanım vardı.
Şanslıydım.
Sımsıkı tuttum elini, hiç bırakmamacasına.

Çok kalabalık, evet.
Büyük Şehir İstanbul.
Herkese sevdirmez kendini, herkesi sevmez.
Ama ben dedim; beni sev ki bende seni seveyim, savaşmayalım.
Güzel günler, güzel anılar biriktirelim.

Korkarak geldim.
Ama beni hiç yanıltmadı. Ne sevdiğimi benden aldı, ne beni sevdiklerimden ayırdı.
Tıpkı bir insan gibi; ona iyilikle yaklaşana, iyilikle cevap verdi.
Zor biliyorum.
İstanbul da hayat zor.
 Herşey ateş pahası.
Ama..
Güneşli bir kış günü sevdiğiniz ile birlikte Kız Kulesinin tam karşısına oturmuşsanız,
bir elinizde içinizi ısıtan sıcacık çay, diğer elinizde çıtır mı çıtır simit varsa.
Siz İstanbul'un sevdiği şanslısınız.
Siz onu severseniz, o da sizi sever.
 Ve nice güzelliklerini önünüze serer.

Belki Boğaz da bir kahvaltı..
Yada Maslak Kasırların da huzur dolu bir bardak çay..
Yada Galata Kulesi manzarası eşliğinde bir kadeh şarap..
Peki ya Taksim'e ne dersiniz?
Sultanahmet.
Dolma Bahçe.
Yerebatan Sarnıcı.
Ayasofya.
Topkapı.
Peki ya Adalar?
Yada Sapphire'in Seyir Terasına ne dersiniz?
İstanbul'un göstermek istediği o kadar çok şey var ki size..
Ben onu sevdim. Ve bana içinde barındırdığı bu güzellikleri gösterdi.
Daha görmediğim nice yerler var biliyorum.
Ama acele etmiyorum.
İçinizde biraz sabır, biraz merak, biraz heyecan ve cebinizde de biraz para varsa.
Ve kaybolmaktan korkmuyorsanız.
Sizde benim kadar şanslı olabilirsiniz.




Hayat

Hayat hiç de bildiğiniz gibi değil...
Benden söylemesi..
Hain planlar yapar ve sizi oyunlarına dahil eder..
İşte böyle bi giderse elinizden bir haftadan önce dönmez. Sıkı tutun, doğru kararlar verin ve pişman olmayacağınızı düşündüğünüz şeyler yapın ama mutlaka kalbinizi dinleyin.